Gülen Ayva Ağlayan Nar

ağlayan ayva gülen nar masalı
Gülen Ayva Ağlayan Nar Masalı

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zamanların birinde, uzak bir diyarda bir padişah yaşarmış. Bu padişa­hın dokuz tane kız çocuğu olmuş, hiç erkek evladı ol­mamış. Bir gün sultan hanım yine hamile kalır. Padişah hanımına der ki:

«Eğer bu doğuracağın çocuk da kız olursa hem seni, hem kızını idam edeceğim! Eğer erkek olursa seni bağışlayacağım».

Nihayet kadının vakti saati gelir, doğuracak. Ama padişahın emrinden de çekinmektedir. Hemen ebeyi çağırır, der ki:

«Yarın, bir gün doğurduğumda çocuğun kız oldu­ğunu görürsen ne yap, yap bunu gizle. Çünkü padişah bizi idam ettirecek. Bunu yaparsan sana binlerce altın lira vereceğim».

Kadın sancılanır, ebeyi çağırırlar. Tam doğuracağı sırada bütün hizmetçileri dışarı çıkarırlar. İçeride yal­nız ebe kalır. Nihayet sultan hanım doğurur. Bakarlar ki yine kız! O zaman ebe bunu gizler. Hemen padişaha haber gönderir: «Padişaha müjdeyi götürün. Sultan hanım bir erkek çocuğu doğurdu».

Padişaha haber verirler. O zaman padişah çok se­vinir. Büyük şenlikler yapar. Fukaralara ziyafetler çe­ker. Çocuğun uzun ömürlü olması için dualar ettirir. Ama gelip bakmaz, hakikaten oğlan mı, değil mi diye.

Çocuk büyür, beş altı yaşına gelir. Padişah çocuğu sünnet ettirmek ister. Tabiî kız çocuğu daima erkek çocuğu elbisesi giymektedir. Padişah çağırır oğlunu: «Oğlum, bu cuma günü seni sünnet ettireceğim».

Çocuk kendisinin kız olduğunu bilir tabiî. Hemen annesine gider.İkisi de ağlamaya başlarlar. Çocuk ana­sına der ki: «Anne, sen üzülme, ben babamı aldataca­ğım. Çünkü daha yaşım küçüktür. Bana birkaç sene daha müsaade versin. Bu işi böylece kapatalım».

Çocuk babasına gider. «Babacığım, sünnet tarihini biraz geriye bırakalım. Çünkü ben daha küçüğüm. Kor­karım. Bu sünnet işinden bana hiç olmazsa üç dört sene müsaade et».

Padişah da oğlunu seviyor ya, «kalsın oğlum» der.

Nihayet çocuk on yaşına gelir. Babası sünnet ol­masını söyler. Annesine gider. Beraberce ağlamaya baş­larlar. Çocuk babasını tekrar kandırabileceğini söyler. Neyse, uzatmayalım, çocuk on dört yaşına kadar sün­net olmadan gelir. Artık babasının emrine karşı da ge­lemez. Bu sefer mutlaka sünnet olacaktır.

«Ne zaman sünnet olacağım?»

«Önümüzdeki cuma günü»

O zaman padişah, e ne de olsa koca bir şehzade sünnet olacaktır, davetiyeler çıkartır, büyük büyük adamlar toplanır.

Çocuk annesine gider. O da üzüntülüdür: «Artık bu son, ne yapacağız?»

«Sen hiç üzülme anne, ben bugün kaçacağım bu memleketten. Çünkü kalırsam babam beni tanıyacak. Hem beni, hem de seni idam ettirecek. Talihime artık ne çıkarsa. Hem seni kurtaracağım, hem de kendimi. Benim için hiç üzülme».

Öğleden bir saat evvel bu kız babasının has ahı­rına gider. Bütün atlara bakar ve ağlar. O zaman at­lardan simsiyah bir kısrak dile gelir ve çocuğa der ki:

«Kızım, ne ağlarsın?»

«Ben ağlamayayım da kim ağlasın? Mesele böyle böyle. Babam bugün beni sünnet ettirecek halbuki ben kızım. Onun için üzülüyorum. Anlarsa hem annemi hem de beni idam ettirecek».

«Hiç üzülme gel, beni eyerle ve üzerime bin. Padişah babana git. Kendisinden yarım saat müsaade iste. De ki: ‘Ben şimdi sünnet olacağım… Belki bir haf­ta, on beş gün yatakta kalacağım. Onun için son bir defa civar kasabayı gezeyim. Bana yarım saat müsaade ver, gezip geleyim’. Bakalım ne diyecek».

Babası bu isteği kabul eder, gezmesi için müsaade verir. Bu kız at ile gezerken kısrak şaha gelir ve mem­leketten dışarı çıkar. Hemen padişaha haber verirler : «Padişahım oğlun kaçıyor».

Hemen arkasından asker yollarlar, vezirler gider, kavaslar gider; hiçbiri bir türlü yetişemez. At kaça ka­ça belirsiz bir yere gider. Öğleden sonra saat üçte dört­te bir kasabaya yetişir. Kısrak der ki:

«Kızım, burada in. Sen bu memlekete gideceksin, burada kalacaksın. Şimdi benim ensemden üç tane kıl al. Ne gün başın dara gelirse bu kılları birbirine sürt. Ben hemen senin imdadına yetişirim».

At gözden kaybolup gider. Oğlan yoluna devam eder, kasabaya girer. Bir gece handa kalır. Ertesi gün kalkıp kasabayı gezmeye başlar. O gece de aynı handa misafir kalır. Ertesi gün öğleden sonra bakar ki halk akın akın bir tarafa doğru gitmektedir. Bu yabancı ol­duğu için hiçbir şey bilmiyor. Birkaç kişiye sorar: «Bu halk böyle nereye gidiyor?»

«Oğlum, sen buranın yerlisi değil misin?»

«Hayır, ben bu yerin yabancısıyım».

«Bugün bizim padişahımızın tam onuncu senesi­dir. Bu akşam bir dev tarafından öldürülecek. Padişah ölmeden evvel kendi ru­hu için, kendisine rahmet okusunlar diye yemek dağı­tır. Bütün halk yiyecek, oraya gidiyorlar. Onun için herkes üzüntülüdür».

Oğlan da onlarla beraber padişahın sarayına gi­der. Bakar ki ahçılar yemek dağıtıyor. Bu da kız ya, ahçıların yanına girer, onlara hizmet eder. O da halka yemek dağıtmaya başlar. Ama işin doğru olup olmadı­ğını bilmemektedir. Ahçılara sorar: «Hakikaten böy­le bir şey var mı?»

«Evet, bu akşam padişahımız ölecek. Bir dev ta­rafından ciğeri yenilecek ve ölecek. Çünkü bu memle­kette bir padişah on seneden fazla yaşayamaz».

Kız, herkes dağıldıktan sonra kasabanın dışına çı­kar. Atın verdiği kılları birbirine çakar çakmaz at or­taya çıkıverir. Hemen kıza sorar:

«Nedir istediğin?»

«Senden bir kılıç isterim. O kılıçla, bu akşam pa­dişahı yemeye gelecek olan devi bir vuruşta öldüreyim».

At hemen bir kılıç verir ve der ki: «Bu kılıcı Al­lah’ın izniyle bir kere vuracaksın, devin başı kesilecek».

Kız kılıcı alır, beline bağlar.

Halk dağıldıktan sonra padişahı sarayın bir oda­sına koyarlar, yüksek bir yatağın üzerine beyazlar giy­dirmiş olarak uzatırlar. Padişah saatten saate ölümü beklemeye başlar. Herkes dağıldıktan sonra bu kız pa­dişahın yattığı yatağın tam altına gizlenir, beklemeye başlar. Birkaç saat sonra, saat dokuz on sularında bir sarsıntı olur. Padişah ölü gibi yatıyor amma kız uya­nık. Her taraf zelzele olmuş gibi sallanmaya başlar. O saatte tahtalar gıcırdamaya, kapılar titremeye başlar. Bu sırada kapıdan içeriye simsiyah bir bulut gibi bir dev girer ve hemen padişaha hücum eder. Tam o sırada kız gizlendiği yerden atılır ve «ya Allah» demesiyle deve bir vurur, devi oracıkta yere serer. Kız, nişan olarak da de­vin saçından bir tutam kesip cebine koyar. Oradan çıkıp gider.

Mesele bitti ya, artık sıra sıra odaları gezmeye başlar. Bakalım bu sarayda gizli neler var diye dolaşır. Bakar ki hanım sultan bir odada kızlarıyla ağlıyor, başka odalarda cariyeler birbirleriyle konuşuyorlar, ağlaşıyorlar. Nihayet en sonda bir odaya gider, anah­tar deliğinden bakar ki kırmızı giymiş bir cariye bir oğlanla diz dize oturmuş sohbet edip, gülüyorlarmış. Yani mesele ile hiç alâkası yok­muş gibi davranırlarmış. Kız hayret eder, «nasıl olur da bu kız bu akşam böyle sevinçlidir?» diye. Oradan uzaklaşıp yattığı yere gider, yatıp uyur.

Ertesi sabah bütün halk sarayın yoluna dökülür ki padişahın cenazesini götürüp gömsünler. Padişah da o saate kadar hiç hareket etmez, sanki ölü imiş gibi uzanıp yatar. Gelenler içeriyi kan dolu olarak bulacak­larını sanırlar. Dev padişahı öldürecek ya, ondan kan aka­cak. Giderler, bakarlar ki padişahları sağ. Kaldırırlar. Padişah da bakar ki dev öldürülmüş. Allah’ına şükür­ler eder.

Padişah bu işi kimin yaptığını sorup araştırır. O zaman memleketin bütün gençleri, pehlivanları, kuv­vetli olanları bahşiş alabilmek için «biz öldürdük» de­mek isterler. Padişahın da kızları vardı, devi öldürene istediği kızını verecekti. Herkes gider, birer mükâfat alır.

Kız da handa oturmaktadır. Derler ki : «Sen gidip padişahtan bahşişini aldın mı?»

«Hayır».

«Öyleyse git de padişahtan hediyeni al».

Neyse, kız kalkıp padişaha gider. Ona «geçmiş ol­sun» der. Padişah da ona mükâfat vermek ister. Kız: «Hayır padişahım, der, ben sizin sağlığınızı isterim. Ama bilesin ki bu devi ben öldürdüm».

«E, sen öldürdünse niye gizledin?»

«Eğer inanmazsan, işte devin bir tutam saçı, hâlâ cebimde saklarım».

O zaman padişah bunu yakınına getirir, der ki: «Benden ne dilersen dile! Hiç çekinmeden söyle. Kız­larım var, hangisini istersen vereyim. Seni güveyim yapacağım».

Kız da der ki: «Ben onüç numarada yatan kızını isterim. Hani o kırmızı elbise giyen kızını».

«Bu sarayda üçyüz tane cariye var. O kızdan başka hangisini istersen iste vereyim; o kızı isteme. Çünkü o kız senin başına büyük felâketler getirecek».

«Hayır, ben onu isterim, başka hiçbirisini iste­mem».

«Peki, çağırayım. Önünde bu meseleyi anlatayım bakalım ne diyecek».

Hemen bu kızı çağırtırlar, kız gelir. «Kızım, bu oğ­lan devi öldürdü, benim canımı kurtardı. Mükâfat ola­rak kendisine epey şeyler vaad ettim. Ama o yalnız seni istiyor, seninle evlenmek istiyor. Ben de seni bu oğlana vermeye mecburum».

Kız babasına: «Bana bir gece müsaade et, yarın haber vereyim» der.

«Peki kızım». Sonra oğlana da der ki: «Bekleye­ceğiz, bakalım yarın ne haber getirecek. Sana burada bir daire hazırlayacağım, bu sarayda kalacaksın».

«Peki».

Gece olur, herkes yattıktan sonra bu kız dairesin­den çıkar. O kırmızı elbiseli kızın odasına gider, anah­tar deliğinden bakar. El ayak çekildikten sonra kız odanın orta yerine bir leğen kor, içine de gülsuyu dol­durur. Kendisi de yatağına çekilir, oturup beklemeye başlar. Neden sonra bir beyaz güvercin pencereye ge­lir ve içeri atlar. Gider, leğenin içinde yıkanır, silkinir. Sonunda gayet güzel bir delikanlı olur. Kız ile diz dize oturur sohbet ederler. Ama delikanlı kızı düşünceli görür.

«Nedir derdin? Hasta mısın yoksa? Bu akşam dü­şüncelisin».

«Ah sevgilim, ne yapacağız bilmem. Dün bir oğ­lan geldi ve devi öldürdü, hani şu padişahı öldürecek olan devi… Padişah da kendisine büyük mükâ­fatlar verecekti. Hatta kızlarının hangisini isterse onu verecekti. O musibet de hiçbir şey istemedi de yalnız beni istedi. Padişah da beni ona verecek. Ben bir gece müsaade istedim, işi sana anlatayım diye. Bakalım bu işimizin sonu ne olacak?»

«Hiç merak etme, ben bunun bir çaresini bulu­rum. Yarın padişaha gidip diyeceksin ki: ‘Şimşir ta­rağı denilen gayet kıymetli bir tarak vardır. Gitsin, sana bu tarağı getirsin’. O tarak devlerindir. Devler onu öldürecek, o da gelemeyecek».

Ertesi gün kız padişaha çıkar: «Bu oğlan devle­rin şimşir tarağını getirebilirse ben de kendisine vara­bilirim».

Oğlan da oradadır, bunları duyar. Padişah derki:

«Oğlum, duydun ya. Ben sana demedim mi, gel bu kızdan vazgeç».

«Ne isterse istesin ben getireceğim».

Oğlan kızın teklifini kabul eder. Ertesi gün kasa­badan çıkar. Kısrağın kıllarını tekrar birbirine çakar çakmaz at ortaya çıkıverir.

«Nedir istediğin?»

«Padişahın kızı devlerin şimşir tarağım istiyor Seni onun için çağırdım».

«Peki, sen hiç merak etme. Haydi arkama bin».

Hemen atın sırtına biner. At der ki: «Kapa gö­zünü».

At «aç gözünü» deyinceye kadar böyle düzlük bir yere giderler ki düzlükte kırk tane dev yatar. Orada böyle yüksek bir kavak var, o şimşir tarak da o kava­ğın üstünde sarkıp durur. Devler de o tarağa bakıp dururlar.

«Bak bakalım, der oğlana, devler uyuyorlar mı?»

Kız bakar. Bakar ki devlerin gözleri fincan gibi parlıyor.

«Gözleri açıksa, parlıyorsa uyuyorlardır. Hemen hazır ol. Ben kavağın yan tarafından uçacağım. Sen de tarağı kapacaksın. Ama o vakit arkana hiç bakmaya­caksın. Arkandan beddua edecekler, taş atacaklar, kaya atacaklar, hiç aldırma. Yeter ki sen arkana bakma, ben Allah’ın izniyle selamete çıkarım».

Aynen atın dediği gibi olur. Atın şaha geldiği za­man oğlan kavağın yan tarafından uçarken tarağı ka­par, geri dönerler. Devler uyanırlar. Arkalarından bü­yük kayalar, taşlar atarlar, fırtına koparırlar, hiçbiri­nin tesiri olmaz. Oğlan memlekete gelir, attan iner. At kaybolup gider. Oğlan da tarağı alıp padişahın huzu­runa çıkar.

Ertesi gün padişah kızı çağırtır. Kız gelir. «Gel kı­zım der» işte istediğin tarak geldi. Herhalde bu oğlana varacaksın».

Kız tarağı alır ama bir türlü cevap veremez : «Bana bir gece daha müsaade edin, yarın size haber vereyim».

O gece kız, eskiden yaptığı gibi yine leğeni gülsuyu ile doldurur ve yatağına girer. Beyaz güvercin gelir, yi­ne yıkanıp silkinir, oğlan olur. Yine birbirlerine kavu­şurlar. Ama kız yine kederli.

«Ne var ,ne oldun yine?»

«İşte o musibet oğlan istediğim tarağı getirdi, onun için padişah beni zorlar, illa bu oğlana varacak­sın diye. Ben yine bir gece müsaade istedim. İşte sana söylüyorum».

«Hiç merak etme sevgilim, bunun işi kolaydır. Ya­rın padişaha gidip diyeceksin ki: ‘Devlerin aynasını isterim’. Oraya gidince kabil değil gelemez».

Oğlan bunu da kabul eder. Ertesi gün memleket­ten dışarı çıkar. Yine kılları birbirine çakar, hemen at ortaya çıkıverir. Meseleyi kısrağa anlatır. Kısrak: «Hiç merak etme, Allah’ın izniyle bunu da getiririz».

Oğlan ata biner, atın «kapa gözünü» demesiyle göz­lerini kapar. «Aç gözünü» deyinceye kadar giderler. Yine böyle bir yere gelirler. Devler bir kavağın altına yatmışlar aynaya bakıyorlar. O aynada bütün dünyayı görürlermiş. At aynayı nasıl alacağını oğlana tarif eder:

«Ben yan taraftan uçacağım, sen aynayı kap. Yine eskiden olduğu gibi arkana hiç bakma. Allah’ın izniyle kaçarız».

Ama bu kırk devden bir tanesi üç başlıydı, devle­rin padişahı idi bu. Oğlan aynayı alıp kaçınca devler arkalarından taş atarlar, fırtına koparırlar, ama bun­lar kaçıp giderler. Devlerin padişahı uyanıp da aynanın gittiğini görünce beddua eder:

«İlahi, eğer erkeksen kız olasın, kız isen erkek ola­sın».

Hemen devin dediği olur, bedduası yerine gelir. At da bu bedduayı duyduğu için kıza der ki:

«Duydun mu, bize beddua ettiler».

«Hayır».

«Bize beddua ettiler ki kız isek erkek olalım, er­kek isek kız olalım».

At hemen durur: «Bakalım hakikaten erkek ol­duk mu, olmadık mı?»

Kendilerini kontrol ederler, ikisi de erkek oldu­ğunu anlar. Zaten istedikleri de bu idi.

Neyse, oğlan aynayı götürüp padişaha teslim eder. Padişah da ertesi gün kızı çağırır: «İşte kızım, aynayı getirdi. Artık hiçbir diyeceğin yoktur herhalde. Hemen bu oğlana varacaksın».

O zaman oğlan rahat rahat konuşmaya başlar, ar­tık oğlan oldu ya:

«Belki daha başka diyeceği vardır padişahım».

Bu sözleri duyan kız der ki: «Bana bir gece daha müsaade edin, bu son olacak».

O gece eski minval üzere kız yine oğlanı getirir, yine diz dize otururlar. Kız meseleyi kendisine an­latır. Oğlan der ki:

«Hiç merak etme. Demek biz ne istersek bu yapa­cak. Son bir şey daha isteyeceğim, yapması kabil de­ğil. (Çünkü bu oğlan peri padişahının oğlu idi). Kendi­sinden ağlayan nar ile gülen ayva ağaçlarından birer yemiş isteyeceksin. Getirebilirse o zaman onunla evle­neceksin. Ama hiç merak etme bu ağlayan nar ile gü­len ayva ağacı yalnız benim babamın bahçesindedir. Oraya kabil değil gidemez, gitse de geri dönemez».

Ertesi sabah kız padişahın huzuruna çıkar: «Bu oğlan ağlayan nar ile gülen ayva ağaçlarından birer ye­miş getirebilirse onunla evleneceğim, artık hiç itiraz etmeyeceğim».

Oğlan da padişahın yanındadır, söylenilenleri du­yar. Padişah da:

«Gördün mü oğlum, sana ne belâlar getirdi. Ben sana dememiş miydim, bu kadar cariye var, bu kadar güzel kızlar var».

«Hiç merak etme padişahım, ben getireceğim».

Ertesi gün oğlan memleketin dışına çıkar. Yine kılları birbirine çakar, hemen at ortaya çıkıverir. Me­seleyi ata anlatır. At: «Hiç merak etme, bunu da geti­ririz».

Oğlan ata biner, yola çıkarlar. Yolda at kavga eden üç oğlan çocuğu görür. Ortada bir post, bir külâh, bir de değnek var, onun için kavga ederlermiş. At bunların ne olduğunu bilir, anlar. Oğlana der ki:

«Aşağıya in, ne yaparsan yap bu külâhı, postu ve değneği bunlardan al».

Oğlan çocukların yanına gider, sorar: «Ne var, niye kavga ediyorsunuz?»

«Babamız öldü, bunları bize miras bıraktı. Fakat bölüşemiyoruz. Ben postu almak isterim, öbürü de is­ter; ben külâhı almak isterim, öbürü de onu ister. Onun için kavga ederiz».

«Ben size taksim edersem razı mısınız?»

«Razıyız».

«Şimdi size bir taş atacağım, taşın düştüğü yeri göreceksiniz. Kim taşı daha önce getirirse postu ala­cak. Taşı ikinci defa atacağım, kim daha tez getirirse külâhı o alacak».

Çocuklar kabul ederler. Oğlan bir taş alır, bu taşı elinin gittiği kadar uzağa fırlatır. Çocuklar hemen o tarafa doğru koşmaya başlarlar. Oğlan da külâhı, postu ve deyneği alıp yerine bir avuç altın lira kor. Çocuk­lar gelinceye kadar atına biner, uzaklaşır. Çocuklar altınları görünce daha fazla sevinirler. Bunları daha kolay taksim ederler. Neyse biz gidelim bu taraftan oğlana. At oğlanı peri padişahının memleketine götü­rür. Ama tam bahçeye girmez, dışında durur:

«İşte, bu önümüzdeki saraylar, bahçeler peri padişahınındır. Ağlayan nar ile gülen ayva ağacı bu bah­çededir. Artık buradan öteye ben gidemem, sen gide­ceksin. Bu külâhı giyeceksin, kimse seni göremeyecek. Bu postun üstüne oturup da değneği de posta vurunca post seni istediğin yere götürecek. Git, işini yap. Ben seni burada bekleyeceğim».

Oğlan külâhı başına giyer, postun üzerine oturur ve değnekle posta vurur. «Peri padişahının sarayına» deyip hemen uçarak bahçeye girer.

Peri padişahının oğlu ağlayan nar ile gülen ayva ağacının yemişini istedikleri gün kızı da alıp babasının sarayına gelmiş. Oğlan oraya gelirse ölümünü görsün diye kızı da getirmiş.

Oğlan “bakar ki peri padişahının oğlu ile kız da burada, bir odada eğleniyorlar. Öğle vakti olduğu için bunlara güzel bir ziyafet çekilmiş. Bunu kimse görmü­yor ya, bu da hemen masanın bir tarafına oturur. On­ların ikisi öbür taraftan yer, bu da bu taraftan. Bakar­lar ki yemek eksilir. Kendi yediklerinden başka öbür taraftan da eksilir. Kız ile oğlan «bu nasıl iş?» diye şaşırıp kalırlar.

Kız da düşünceli düşünceli der ki: «Acaba bu musibet bu işi yapabilecek mi? Gelip yemişleri alıp beni götürecek mi? Bu kadar zor iş yaptırdık, bu so­nuncusu. Beni götürürse artık bir daha birbirimizi hiç göremeyeceğiz. Onun için bu mendil sana hatıra olsun».

Kız gayet nakışlı bir mendil çıkarır, oğlana hediye eder. Oğlan da:

«Koy oraya, yatağın üzerine. Bu mendili senelerce saklayacağım».

Bunlar zevk u safaya dalarlar. Bizim oğlan mendili de yatağın üzerinden alır. Neden sonra kız ile oğlan mendili ararlar, mendil yok. Bunlar iyice şaşırıp kalır­lar.

Onlar böyle düşünürlerken oğlan dışarı çıkar. Ağ­layan nar ile gülen ayva ağacını kökünden söker. Peri­ler de orada nöbet beklerlerdi. Ama kimse bunu göre­medi. Ne vakit ağaçlar sökülür, havaya kalkar, o vakit nöbetçiler birbirine girerler. Kız ile oğlan da sarayın penceresinden olanları görürler, ama oğlanı göremez­ler. O külâhı giymiş, postun üstünde oturmaktadır. Peri padişahının oğlu kıza der ki:

«Bu oğlan bizden üstün çıktı. Şimdi bu ağaçları götürecek. Onun için o gitmeden ben seni yerine götü­reyim. Artık sen ona varacaksın, onun hakkıdır».

Oğlan, kimse görmeden kızı odasına indirir. Öbür yandan da oğlan ağaçları götürüp padişaha teslim eder: «Padişahım, işte, ben meyvesini değil ağacını ge­tirdim».

Padişah hemen kızı çağırtır: «Bu oğlanı bu kadar zahmete soktun. Bu artık sonuncusu idi. Başka şeye müsaade etmeyeceğim. Yoksa başını kestiririm. Şimdi­den tezi yok düğününüzü kurduracağım, sizleri evlen­direceğim».

Hemen kırk gün, kırk gece düğün demek kuru­lur; yemekler, ziyafetler verilir. Kırk birinci gece padi­şah bunları gerdeğe kor.

Onlar erdi muradına, biz de çıkalım kerevetine.

Yorum yapın